Belki de hikâyem, tam da orada — o sessizlikte başladı.
Demiştim ya, hikâyemde aslında beni anlatmıştı biri.
Şimdi benim hikâyelerimi benden dinleyin bakalım.
Ben beni size nasıl anlatırım?
Gece uzun…
Ne yazsam diye çok düşündüm.
Kelimeler bazen küser insana, bazen de sarılır. Ben ikisini de yaşadım.
En güzel hikayemin başladığı anı yazmak istedim bu kez.
Uykusuz gecelerimi…
Bir anda uyandığım yıllarımı, gidenlerin kaçırdığı uykularımı.
Herkesin beni hevesle dinlediği ama kimsenin gerçekten anlayamadığı o geceleri.
Siz saatler ilerledikçe biraz daha olgunlaşırken, ben her saniye biraz daha yoğruluyordum.
Bir ekmek hamuru gibi, her salise yeniden şekilleniyordum.
Yoğruldukça yoruluyor, yoruldukça “güçlü bir kadın” olmaya çalışıyordum.
Oysa o “güçlü kadın” denilen şeyin içinde ne kadar yorgun bir çocuk saklandığını kimse bilmez.
Masamda duran karma karışık kâğıtların arasında bile güçlü görünmeye çalışıyorum bazen.
Ama bir ses yetiyor.
Beni anlamaya çalışan bir ses.
Bir nefes…
Bir anda çıkan Şila, bir anda gelen “anne” diye bir ses.
Cümlenin devamı o an mühim olmuyor.
O an yetiyor her şey için.
Bir anda bütün yorgunluğumun anlamı değişiyor.
Makyaj, kıyafetler, kokular… Hepsi geride kalıyor.
Bir tırnak kırıldığında “üf” diye isyan ettiğimiz o anlar var ya,
işte o küçük anlar kalbin içinde koca bir kırıklığa dönüşüyor bazen.
Çünkü biz hep güçlü görünmeye çalışırken, aslında içimizde sessiz bir ağlama büyüyor.
Efendim, yazılar biraz monolog tarzda, hatta tamamen öyle.
Bilmeyenler için söyleyelim:
“Etrafındaki insanlara fırsat vermeden bir kişinin yaptığı konuşma.”
Yani kendine anlatmak, kendi yankınla konuşmak hali.
Öyleyiz işte biraz.
Hepimiz biraz deliyiz.
Bazen kahve yerine tuz ruhu içmek istiyoruz,
çünkü bazen hiçbir şeyin tadı kalmıyor.
Ama sonra biri geliyor,
ya da bir ses yankılanıyor içimizde,
ve diyoruz ki:
“İnsan mıyız?”
Evet.
İnsanız.
Ama biraz kırık, biraz eksik, biraz fazla insanız.
