hiç üzülmeyen kız -1-

“Hiç üzülmüyor musun kız?
Hiç mi üzen bir şey yok bu aşağılık hayatta seni?

Ya da her üzüntünü siyahlara bezenip saklayacak mıydın? “

Böyle düşünüyordum o sabah.
Aslında hepimizi üzen şey, bizi anlatacak kimsenin olmamasıydı.
Kimse bizim dilimizden konuşmuyor, bizim acımızı duymuyordu.
Sonra bir gün, bir yolda yürürken gördüm onu:
Siyahlar içinde bir kadın.
Yürüyüşü sessizdi, ama bütün şehir onun etrafında susmuş gibiydi.
O an fark ettim — bazı hikâyeler anlatılmaz, yaşanır.

O gün gülmem gerekiyordu.
Herkesin içinde, her zamanki gibi güçlü görünmem, tebessüm etmem bekleniyordu.
Ama ben, o sahte gülüşlerin arasına sıkışmış bir yara gibiydim.

Sağ elim bandajlıydı. Sol elimin yüzük parmağında sarı bir yara bandı.
Her ikisi de küçük görünüyordu belki, ama ben o yaraların ağırlığını içimde taşıyordum.
Her biri, görünmeyen bir acının iziydi.

“Ne oldu eline?” diye sordu biri.
Kısa bir cevap verdim — yüzeysel, önemsiz bir şeymiş gibi.
Ama kimse bilmiyordu…
Bu yaraların çoğu görünmüyordu.

Üzerimdeki siyah elbiseyi “tarz” sananlar, aslında bir yasın elbisesini izliyorlardı.
Siyah, benim matemim olmuştu — hikâyemin sessiz çığlığıydı.
Çünkü bazı kayıplar, toprağa değil, içimize gömülür.

Her yerimden karanlık sızıyordu; ama parmak uçlarım beyazdı. Ojelerim…
Belki de beyaz, içimde bir yerlerde hâlâ kalmış son umuttu —
ya da acının içinde bile bir zarafeti koruma çabasıydı.

Altı yaşındaki oğlum, “Anne, ellerin acıyor mu?” diye sordu.
Yüzüne baktım, gülümser gibi oldum.
“Hayır,” dedim, “sadece biraz çizildi.”
Ama aslında bazı acılar derinin altında değil, kalbin en dip yerindeydi.

Gün ilerledikçe yüzümdeki gülümseme, çatlayan bir maskeye dönüştü.
İnsanlar konuştu, güldü, anlattı… Ben ise dinliyormuş gibi yaptım.
Sözler havada yankılanırken, ben kendi sessizliğime sığınıyordum.

Bir ara aynada kendime baktım.
Sağ elimdeki bandaj, sol parmağımdaki yara bandı —
ikisi de dikkat çekiyordu ama kimse durup “canın acıyor mu?” demedi.
Belki de acının en zor hâli, görünür olup fark edilmemesiydi.

Öğleden sonra kahve kokusu mutfağı doldurdu.
O koku bile anıları çağırdı;
bir zamanlar aynı fincandan içilen kahveleri, yarım kalan sabahları.
Bir an için, kapı zili çalacak sandım.
Ama sessizlik yine kazandı.

Gün kararmıştı.
Evin sessizliği, duvarlara yapışmış gibiydi.
Şila, kapının önünde uzanmış, başını dizlerime koymuştu.
Nefes alışverişi yavaş, derin, güven vericiydi.
Ben susuyordum, o anlıyordu.

Parmak uçlarım bandajın kenarına takıldı.
Tenimdeki sızıyı hissettim, ama içimdeki boşluk kadar yakmadı.
Pencereden dışarı baktım; sokakta ışıklar yanıyordu,
ama bana düşen gölgeler hâlâ siyahtı.

Kimse onu sormuyordu artık.
O neredeydi, hâlâ benimle miydi, yoksa çoktan başka bir hayata mı dâhildi — bilmiyordum.
Bazen geceleri, anahtarın kapıyı çevireceğini sanırdım.
Şila bile başını kaldırır, kapıya bakardı.
Ama hiçbir ses gelmezdi.

Belki de hep beraberdik…
Sadece ben yavaş yavaş yalnızlaşıyordum.
Sessizlikler büyüyor, cümlelerin yerini bakışlar alıyordu.
O hâlâ oradaydı belki, ama ben çoktan içimde kaybolmuştum.
Ve o siyahlar… o siyahlar bu yalnızlığı saklıyordu.

Elimi Şila’nın başına koydum.
Dizimde de oğlum yatıyordu; başı dizime yaslanmış, nefesi tenime dokunuyordu.
İkisi de sessizdi — biri nefesiyle, diğeri varlığıyla bana tutunuyordu.
O an evin içinde konuşulmayan her şeyin ağırlığı dolaşıyordu;
duvarlar bile nefesini tutmuş gibiydi.

O gece, ilk kez gülümsemedim.
Zorla değil, gerçekten gülümsemedim.
Çünkü bazen iyileşmek, “artık iyi değilim” diyebilmektir.
Siyah elbisemi çıkarıp sandalyeye astım.
Karanlık hâlâ odamdaydı ama içimdeki sessizlik biraz daha hafifti.
Belki de hikâyem, tam da orada — o sessizlikte başladı.

Leave a comment