Bazı kelimeler vardır, insanın içine düşer. Onları duyduğunda bir anlığına hayatın bütününü orada bulur, sonra da kolay kolay unutamazsın. Benim için onlardan biri, “menkul.”
TDK’ya baktığında kuru tanımlar çıkar karşına:
- Bir yerden bir yere taşınabilen mal.
- Eskimiş bir anlamıyla ağızdan ağıza geçen, söylenegelmiş söz.
- Hukukta taşınır.
Ama kelime sadece bunlardan ibaret değildir. “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” kitabında duyduğumda başka bir şey olmuştu. Müzeyyen, Arif’e şöyle der:
“Herif rüzgârı kendinden menkul uçurtmanın teki. Ara sıra telleri takılır gibi kadına geliyor gece yarısı.”
İşte o cümlede “menkul”, tanımların ötesine geçip bambaşka bir dünyanın kapısını aralıyordu.
Peki, rüzgârı kendinden menkul bir uçurtmayı yöneten kimdir? Aslında belki de hayatın ta kendisi. Çünkü biz de uçurtmalar gibi rüzgârla savruluyor, bazen gökyüzünde süzülüyor, bazen de tellere takılıyoruz. Zorluklarımız, sevinçlerimiz, iç çektiğimiz anlarımız… Her biri kendi rüzgârıyla geliyor.
Bazı anların rüzgârı hiç bitmiyor, sonsuzluğa uzanıyor. Bazılarıysa “çıt” diye kesiliyor; ne olduğunu anlamadan yok olup gidiyor.
Bir zamanlar “Rahatsızlar” diye bir site açmıştık. Önce “mantıksal hata” diye başlamıştı; yazılım hatalarından yola çıkmıştım. Sonra bir arkadaşım “sen rahatsızsın” deyince adı değişti. Orada Mehmut, Limomata, Lilith gibi karakterlerimiz vardı. Kendi içimizden kopan rüzgârlarla yazıyorduk. Belki bir dergi olabilirdik. Sonra ben “Dijital Karga”ya geçtim, orada da yazdım. Ama üç yıldır kalemim sessiz.
Demek ki o zaman da rüzgârımız kendimizden menkulmüş.
Şimdi düşünüyorum da, insanın kendi rüzgârı vardır. Bazen makul değildir, bazen yönsüzdür, bazen de sürükler götürür. Ama sonunda hep iyiye çıkaracağına inanmak isterim.
Benim rüzgârım menkul olabilir ama pek de makul değilmiş. Belki de mesele bu: Kendi rüzgârımızı tanımak, ona kulak vermek ve bazen tellerde takılsa da yoluna devam etmek.

